HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
22 Mart, 2021
888 gösterim

ŞEHİRDEKİ YABANCI RUHUM-1 / İbrahim BİRGÜL

Bugün hiçbir dilde anlatılmamış duygular içindeyim. Hiçbir şairin anlatamadığı anlatamayacağı... Kelimelerin eksik kaldığı duygular; kırık dökük, tamlayansız tümceler... Öznesi kaybolmuş bir cümle, hiçbir ressamın yapamadığı, yapamayacağı bir tablo gibiyim.

Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın hiçbir rengi kabul etmiyor ruhum. Bir tek siyaha yakınım sanki. Beni en çok o rengin anlayacağını tahmin ediyorum. Kırmızısına vurulduğum o güller yok artık. Düşlerime sardığım pembeler çoktandır gittiler. Onlardan da bir haber alamıyorum.

Buğulu bir gözden aynalara bakıyorum. Aynalar mı buğulu yoksa gözlerim mi onu ayırt edemiyorum. Aynalar, gerçeği göstermeyen aynalar... Bakışlarımdan bir başkaldırı, bir isyan olacakmış gibi. Birazdan bir şehir ayaklanacakmış gibi. Oyuncağı alınmış bir çocuğun ağlaması gibi hüzünlü, vatanından hicrete zorlanmış bir mülteci çocuğun gözlerinde oluşan korkulu bakışlarım…

Yalnızlığın, çaresizliğin ve yokluğun en büyük terbiye aracı olduğuna inanıyor kalbim. Sükût denizinden damlalar düşüyor payıma. Her damla bir yara oluyor içimde. Her damla ki ekmek kadar mukaddes belki de. Her acı su gibi aziz oluyor bedenimde. Su gibi muazzez...

Tırnaklarımın içine kadar nüfuz eden kömür tozlarına bakıyorum. Ciğerime kadar giren kömür kokuları ve kaşlarıma, kirpiklerime kadar dantel gibi işlenmiş kömür tozları... Gözlerime sürme çekiliyor adeta siyahtan. Hayat diyorum. Hangi yelkene rüzgârız? Bilmiyorum. Yaşamanın sadece soluk alıp vermeden ibaret olmadığına iman ediyor aklım. Yaşamak bir ağaç olmaktır belki de; altında kuşların beslendiği. Yaşamak sadece bir ismin yettiği...

Koltuk altıma yerleştirdiğim bir gazete ile muhasebe bürosundan çıkıp yürüyorum iş merkezlerinin önünden. Haftalık aldığım beş liranın verdiği özgüven ile yolum bir AVM' ye düşüyor. Beş liralık bir bakış veriyorum herkese.

Bir ihtiyar hürmet eder gibi bastonuna bakıyor uzun uzun. Uzun yaşamlardan geliyor belli. Çocukluğu, gençliği, gücü kuvveti geçiyor aklından sanki. Şimdilerde bir bastona dayandırıyor hayatını. Bir hayat ki ellerinden kayıp gidiyor. Bir hayat ki yüzlerinde bitiyor. Bir teyze çocuklara bakıyor düşünceli. Bir yanda akıp giden zaman, diğer yanda zaman nehrinde akan kendisi… Çocuklara bakıyor. Her bakışında, yaşamın içinde kaybolduğunu düşünüyor. Bir yanda dün gibi yaşadığı çocukluğu, gençliği; diğer yanda bunun uzantısı, yaşlılığı. “Hayat diyor, ne kolay aldattın beni, ne çabuk.”

AVM’ de birbirine karışan insan uğultularını duyuyor, insanların yüzlerinde oluşan resimleri görüyorum. Gülmeler, ağlamalar, tebessüm edenler, yüzü asıklar, gençler, yaşlılar, çocuklar…

Kimse kimseyi anlayamıyor biliyorum. Neden insanlar birbirini duymuyor? Neden birbirini görmüyor? Neden insanlar gülmüyor? Kalabalıklarda yaşanan tezatlıklardan sonra AVM' den çıkıyorum. Omuzlarımdan yük atıyorum sanki. Bir hamalın sırtındaki yükü indirdiğinde yaşadığı rahatlığı yaşıyorum. Uğultular, ağlamalar, gülmeler bitiyor. Kendimi dinliyorum biraz. Arkadaşımın yanına gidiyorum, Tahir’in yanına. Tahir okul arkadaşımdır, iyi çocuktur, efendidir. Çok severim. Ben gibi o da kendine bu hengâmede yer bulmaya çalışıyor. Bir markette çalışıyor. Askere gideceğini anlatıyor. Çaycı Hasan geliyor; çay geliyor, ağzımızın tadı geliyor. Şeker eriyor, zaman şekerden hızlı eriyor. Yalnız olduğumuzda daha kalabalık oluyoruz. Ben anlatıyorum, vakit yetmiyor; Tahir anlatıyor, vakit eriyor. Akreple yelkovan arasına sıkışan hayatımızda saatler 12’yi gösteriyor. Issız adımlarımla ve içimde bir korku ile beraber büyük apartmanların arasından geçip, tren yoluna çıkıp yoluma düşüyorum. Tren yolu karanlıklara ve sisli havaya karışmış hâlde gözümde kaybolup gidiyor. Bu sisin içinde kirpiklerimde kırağılar oluşuyor.

Bir tren kahır dolu korna sesiyle ürpertiyor içimi. İhtiyar bir gidişle yol alıyor. El sallıyorum bilmediğim insanlara. El sallıyorum hiç binmediğim trene. Bir tren götürüyor beni uzaklara. Trenin içinde insanlar, insanların içinde ümit, benim içimde ise bir tren yatıyor. Böyle içli içli bakıp dalıyorum uzaklara.

Soğuk bir hava eşliğinde beraber ben de kaybolup gidiyorum koyu karanlıklarda. Şehrin en işlek caddelerinden çıkıp orta hâlli insanların yaşadığı mahalleye giriyorum. Eski bir apartman dairesinde yarı uykulu hâliyle ablam açıyor kapıyı. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra uzanıyorum kanepeye. Kanepenin gıcırdayan sesi ile beraber gözlerimi tavana dikip dalıp gidiyorum rüyalara. Bir kuş yığını görüyordum rüyamda. Ellerimle göğe şekiller çiziyordum. Bir kayalığın üzerine çıkıp göğü izliyordum. Ketirlerden esen bir ikindi rüzgârı nazlı bir şekilde okşuyordu yanağımı. Ketirler; şehrimin güneyini sarmış ağaçlı ve kayalıklı yerler. Ben iki kolumu açmış göğü kucaklıyordum. İçime kadar dolduruyordum sonsuzluğu. Bir badem ağacı yeniden meyve veriyordu. Şiirler okuyordum. Sonra rüyamda neyi gördüğümü unutarak kalkıyorum. Ekmeğin arasına biraz peynir biraz zeytin koymuştum. Bir an rüyam aklıma geliyor. Rüya da olsa iş yerime kadar avutuyor beni. Tekrar görebilir miyim? Onu düşünüyordum. Gün onun tahayyülü ile eriyip bitiyordu.

İbrahim BİRGÜL