HİKÂYELER
HİKÂYELER
avatar
17 Ocak, 2022
822 gösterim

SILA-İ RAHİM-1 (Öykü) / Erhan ÇAMURCU

Yolda

Bazı günler diğerlerinden uzun sürer. Gece başınızı yastığa koyduğunuzda; “Ne gündü ama!” demekten kendinizi alamazsınız. Hani Fuzuli diyor ya: “Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir/ Müptela-yı gâma sor kim geceler kaç saat” öyle bir şey işte. Hoş, bizde ne Mecnun’dan füzun âşıklık istidadı var ne de Fuzuli gibi aşk derdiyle hoşuz. Bizimki serin bir ikindi meltemine hasretten ötesi değil.

İnsan ömrünün nefesle ölçüldüğünü söylerler. Ömrü dolana, “Nefesi tükendi” derler. Heyecandan nefesinizin kesilecek gibi olduğu anlarda zaman durmasa da ömrünüz uzuyor sanırım. Başımı derin ve huzurlu bir nefesle birlikte yastığa koyduğum şu an, ömrümün kaçıncı nefesindeyim; daha kaç doyumsuz nefesin etkisiyle göğsüm genişleyecek, kaç tebessüm daha aksedecek yüzüme, kaç selamla ısınacak içim kim bilir? Kim bilir daha kaç kez “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur” ayetinin sırrına mazhar olacağım? Dün gece uyumaya çalışırken artık taşımaktan yorulduğumu hissettiğim bu beden, daha kaç kez kanatlanıp uçacak bir rahmet tecellisinin izinde? Kim bilebilir ki kaderimizi yazandan başka?

Uzun zamandır oğlumla bir yürüyüş yapmanın yollarını arıyordum. Planlı kent hayatında planlayamadığımız tek şey kendimize ayıracağımız zaman. Yetişilecek mesainin, yetiştirilecek evrakların, katılmak zorunda olduğumuz toplantıların, ödenecek faturaların, doldurulacak raporların; iş görüşmelerinin, dosyaların, dilekçelerin, maillerin ve daha bir yığın şeyin aksama lüksü yoktur ama eşinizle, çocuklarınızla bir hafta sonu baş başa kalmayıverseniz hiçbir şeycik olmaz!

Sabah kaçta uyanacağınız alarm sayesinde kontrol edilir. Uyanamayacak olursanız tekrar tekrar çalar. Modern yaşamın arsızlığının çarpıcı bir örneğidir uyandırma alarmları. Eskiden onun dahi bir adabı vardı. Bir kere kapatırsanız bir daha rahatsız etmezdi. Kıyafetinizi, bütün aksesuarına kadar iş yaşamınız şekillendirir ama siz bunun kendi tarzınız olduğuna inanırsınız. Sabah kahvaltısında geceden kalma mesajları kontrol eder ve geç gördüğünüz mesajlar için üzülürsünüz. Otobüs ya da vapur kullanıyorsanız mesaiden önce gündemden haberdar olmak ve günlük işlerinizi planlamak için iyi bir fırsatınız var demektir. Öğle arası eksik evraklarınızı tamamlar, akşam yemeğinde ertesi günün talimatlarını alırsınız. Hafta sonu ailenizle baş başa kalmak isteseniz dahi telefonunuz müsaade etmez; mail gelir, mesaj gelir, bildirim gelir, çağrı gelir… Konumunuzu herkes bilir, ilgi alanlarınızı ve gelecek planlarınızı da. İnsanın bireyleşme süreci modern köleliğe evrilmiştir kentlerde. Eskiler, iki vakit namazı üst üste camiye gelmeyenin evine geçmiş olsun’a yahut baş sağlığına giderlermiş, camiye gelmediğine göre ya hastadır ya ölmüştür diye. Şimdi telefonu iki üç saat kapatsanız bütün herkes teyakkuza geçiyor başınıza bir hal geldi diye. Kadim medeniyetimizin aksine modern hayatın; insanı nerede ve nasıl tanımladığına çarpıcı bir örnek.

Bu pazar gününü kendime ve aileme ayırmak için haftalardır uğraşıyorum. Sonunda başardım. Telefonu akşamdan kapatıp komodinin üstüne bıraktım. Sabah namazını kılar kılmaz bindik arabaya. Eşime de rica ettim, telefonu kapatıp torpido gözüne koydu. “Arayan soran olur!” diye tedirgin oldu ilk başta ama “Bugünü sadece kendimize ayıralım, lütfen!” deyince kabul etti. Çocuklar uyku sersemliğiyle, arabaya biner binmez kaldıkları yerden devam ettiler uykularına. Gün ışığı yüksek katlı binaları yarıp caddeleri aydınlatmadan şehrin dışına çıkmak istiyorduk. Kontağı çevirdiğimde içimde bir şeylerin iyileşmeye yüz tuttuğunu hissettim. Önce binaların boyları kısaldı, ardından altımızdaki asfaltın kalınlığı azaldı. Bir süre sonra etraftaki hâkim renk griden yeşile döndü. Şehrin kasvetli yollarından kurtulan otomobil, güneşin ilk ışıklarını cömertçe yüzümüze vurmaya başladı. Eşim, yan koltukta tatlı tatlı gerinerek:

- Ne kadar özlemişim güneşin doğuşunu seyretmeyi! Çocukken çok sık seyrederdim.

- Annem, “Güneşten önce uyanmayan eve bereket girmez!” derdi.

- Ev nasıl uyanır ki?

- Ev de insan gibidir; onun da bir ruhu vardır, bizimle beraber o da yaşar.

- Nasıl?

- “Ev, ailenin örtüsüdür evladım!” derdi babam. “Evleri, ‘Ziynetlerinizi örtün!’ ikazınca inşa etmek gerekir.” derdi. Tabi, babamın bahsettiği ev, apartman dairesi değil. Hatırlasana; en son üç sene önce geldiğinde yalvar yakar bir gece zor kalmıştı. “Oğlum, ben burada duramam! Biz, millete ayıp olur diye lokantada dahi ulu orta yemek yiyemeyiz. Evlerimizde güzel bir yemek pişerse ‘kokmuştur’ diye komşuya da ikram ederiz. Bir gören olur da ayıplar diye evimizin içinde bile pijamayla oturamayız. Evladım, şurada bir balkona çıktım; ulu orta sofralar kurulmuş, herkes don atlet oturuyor; bağıra çağıra konuşmalar, küfürler, hakaretler… Yine de Allah bilir ya bu evlere melekler uğramaz oğlum. Sen beni evime geri götür” diye yalvarmıştı adamcağız.

Bir süre sessiz kalınca eşim hatırlattı:

- “Evin ruhu” diyordun.

- Evet, evin ruhu. Biz, hırsız girer korkusuyla kapıyı, pencereyi sıkıca kapatıyoruz. Gün boyu evlerimiz hava almıyor. Annem, her sabah namaza kalktığında ilk iş olarak pencereleri açardı. “Melekler dolsun içeri, evimize bereket gelsin yavrum!” derdi. Önceleri bir anlam veremediğim bu eylem, bir bilim dergisinde okuduğum küçük bir bilgiyle adeta bir bilgelik kıssasına dönüştü. Gün içinde atmosferdeki havanın en temiz olduğu zaman dilimi sabah, güneş doğmadan hemen önceki zamanmış. Bu saatlerde pencereleri açıp evi havalandırmak ruh ve beden sağlığımız için önemli katkılar sağlıyormuş. Allah; rahmetini, keremini böylece sebeplere gizliyordu işte. Bir de peygamber efendimizin Medine’ye hicret ettiklerinde misafir oldukları Ebu Eyyub El-Ensari hazretleri ile ilgili bir hikâye çok etkilemişti beni. Gelen misafirlerle ve tebliğ işiyle daha rahat ilgilensin diye Ebu Eyyub, peygamber efendimize evinin giriş katını tahsis etmiş. Akşam olup da üst kata çıktığında alt katında kâinatın efendisi varken, hele de göklerden ona vahiy inerken “Ben bu kutlu bağın arasında kesintiye sebep olurum!” diye uyuyamamış, sabaha kadar oturmuş. İşte böylesi bir ruhu olmalı evlerin. Isı ve ses yalıtımlı dairelerimizden içeri minareden gelen muştu da, bu muştuyla dirilecek olan ruh da giremiyor. Necip Fazıl ne güzel ifade ediyor bu ruhsuzlaşmayı:

“Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!

Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan.

Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu,

Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu;

Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!

Tadım, rengim, ışığım, ana kucağı evim!”

Rahmetli annem her ikindi sonu eşiğe bir emanetçi gibi oturur, evin asıl sahibi saydığı kocasının bahçe kapısından girmesini beklerdi. Evin erkeği gelmeden evde akşam başlamazdı. Babam gelmeden içeri girmeyeceğimizi bildiğimden annemin dizine başımı koyar, tatlı ve serin bir uykuya dalardım…

Daldığım hayalden eşimin elinin sıcaklığıyla uyandım. Göz göze geldik. Minnet dolu bir bakışla baktı yüzüme, şükrettim. Güneş kendini iyiden iyiye hissettirdiğinde şehir de tamamen arkamızda kalmıştı. Şehirleri köylere bağlayan bütün yollar gibi yarım yamalak bir asfaltın üstünde gidiyorduk. Tıpkı bizim gibi bu yollar da ne köylü kalabilmiş ne de şehirli olabilmiş. Karşımıza kâh bir traktör römorkunda sekiz on kadın işçi, kâh son model bir otomobilin arka koltuğunda uyuyan masum bir kız çocuğu çıkıyor. Yol kenarlarındaki organik köy ürünü tezgâhlarının önünde park eden şehirli beyefendilerle alnının terini elinin tersiyle silen köylü adamlar aynı kareye girebiliyor bu yollarda. Bu vaziyette bir süre gittik. Güneş ışığının da etkisiyle, arka koltukta uyuyan çocuklar uyandı. Önce Efe atıldı:

- Baba nereye gidiyoruz?

- Çocukluğuma gidiyoruz oğlum!

- Nee?

- Bugün seninle bol bol vakit geçireceğiz, sana çocukluk anılarımı anlatacağım, hem de yerinde!

Araba, asfaltın tamamen bitip toprak yolun başladığını anlamış gibi tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Ayağımı gazdan çektim, frene basıp vites küçülttüm ama araba yolu iyiden iyiye yadırgamış. Sağa çekip dörtlüleri yaktım. Hem arabayı dinlendirmek hem de temiz bir hava almak için beş dakika mola vermeye karar verdik. Arabadan iner inmez tertemiz hava önce yüzümüze çarptı, sonra ciğerlerimize doldu. Yol kenarında sıralanmış böğürtlen ağaçlarını görünce çocukları da çağırıp dalından böğürtlen yemeye başladık. Düşününce anlıyorum ki dalından böğürtlen yemeyeli bir ömür geçmiş neredeyse. Biz, bütün aile dikenlerden sakına sakına böğürtlen yemeye uğraşırken yanı başımızda duran traktörü fark etmedik. Ahmet amcanın tok sesiyle irkildim:

- Selamaleyküm!

- Aleykümselâm… Ahmet amca sen miydin?

- Oo hoca, sen midin lan! Ben de diyom kim bunna. Heç mi böörtlen görmemiş! Eyi bakıyım, hoş gelmişiniz, hanım gızım sen de hoş gelmişin.

- Hoş gördük Ahmet amca, kaç zamandır aklımızdaydı ya virüs de girince araya ancak kısmet oldu, eşi dostu bir görelim dedik.

- Eyi düşünmüşünüz hoca oğlum. Sizden başkaca arayıp soran galmadıydı, sen de ardını goyuvedin bu ara.

- Deme öyle be Ahmet amca!

- Eyi hadi bakıyım, tarlada accik bi işim va. Öğlen, camide görüşürük.

- Görüşürüz Ahmet amca, kolay gelsin sana.

Yaşlı adam, traktörün kornasına ‘Allah’a ısmarladık.’ manasında basıp yoluna devam etti. Adamın arkasından derin derin iç çektiğimi gören eşim, soran gözlerle baktı yüzüme. Yetmişini çoktan devirmiş şu ihtiyar delikanlı, şimdilerde traktörle gidip gelse de gençliğinde yürüyerek gidip gelirmiş tarlaya. Kimi gün sekiz on kez ve çoğunlukla sırtında yüküyle. Belinin kamburu da bundandır. Babamın anlattığı eski hikâyelerde hep yürüyen adamlar vardı. Ben o zamanlar adam olmayı yürümek zannederdim. Yürümek deyince de aklıma hep Ahmet amca gelirdi. Babam hep iyiliğinden bahsederdi Ahmet amcanın. “Çok çekdi oğlum bu adam ama kimseye çekdimedi. Ne gardaşlarından yana güldü ne evlatlarından yana. Cenab-ı Allah öte tarafta güldüsün.” derdi.

Eşim beni anladığını hissettiren bir tebessümle; “Haydi, gidelim artık.” dedi. Çocuklara seslendim. Yüzleri gözleri böğürtlen olmuş, koşarak geldiler. Köye girerken bütün aile keyfimiz yerindeydi. Aklımdaki tek soru ise; “Acaba köyde de herkesin keyfi yerinde miydi?”

Köyde

Köyün çamurlu yollarına alışkın olmayan tekerlekler sağa sola kayıyor, köpekler yabancı olduğunu anladıkları otomobile hırlıyor, kadınlı erkekli gruplar meraklı bakışlarla otomobilin içindekileri tanımaya çalışıyordu. Caminin önüne geldiğimizde arabayı durdurup camı açtım. “Büyükşehir Belediyesi” yazılı bankları görünce biraz keyfim kaçtı. Ben, şehirden kaçıp köye sığınıyordum ama büyükşehir beni cami avlusunda buluyordu. Koyu bir sohbete dalmış iki ihtiyar beni fark ettiklerinde konuşmayı kesip meraklı gözlerle bana doğru baktı. Tanıyamamışlardı sanırım:

- Selamünaleyküm Çavuş Dayı, tanıyamadın mı yoksa?

- Aleykümselam Memet Hoca, Sen midin oğlum! Hoş gelmişin.

- Hoş gördük dayı. Nasılsın, iyi gördüm seni maşallah!

- Aman oğlum, eyiyim demek adetten, Allah’a şükrolsun ya veremedik daha emaneti!

- Allah geçinden versin dayı, o nasıl söz!

- Allah hayırlısından vesin evladım, dünyaya gazık çakacak deelik ya!

Hüseyin Dayı, annemin dayısı aslında ama biz de dayı diyerek büyüdük. Gençliklerinde babama az iyiliği dokunmamış. Babam hep minnetle anlatır Hüseyin Çavuş’u. “Allah bilir ya oğlum, Hüseyin dayınız olmasa bizi barındımazlardı buralarda. Hakkını ne yapsak ödeyemek. Aman ha, bir hörmetsizlik etmen!” diye tembih ederdi. Babam; yalnız bir adammış, katır sırtında köy köy gezer, çerçilik yaparmış. Birkaç sefer yolunu kesmişler; ne kadar parası, malı varsa hepsini almışlar. Bu Çavuş dayım haber salmış civar köylere, akşama kalmadan katır sırtında bütün mallar gelmiş. Bir daha da ilişen olmamış babama. Babam da sözünden çıkmazmış çavuş dayımın. “Harman zamanı geldi mi önce Çavuş dayının harmanını sürerdik.” diye anlatırdı. Bir keresinde, “Çavuş, asker kaçağıymış!” diye bir laf çıkmış. Jandarmalar gelmiş köye. Epey uğraştırmışlar Çavuş dayımı. İşin aslı da o zaman anlaşılmış. Babam anlattı sonradan: “Ordu Yunan’ı denize döktüğünde bizim Çavuş Dayı’nın babası dad a askermiş. Hiç durmamış bizimki. Atını dehlediği gibi, doğru köye gelmiş. Balkan Harbi’nden beri at sırtında cepheden cepheye koşmuş, zafer kazanılınca terhisi falan beklememiş. Resmî kayıtlar karışınca da bizim Çavuş dayıyı kaçak diye aramaya koyulmışlar. O zaman köy yerinde erkek adam bulmak zor tabi. Kimi cephede düşman kovalıyor, kimi dağda eşkıyalık peşinde. İşte bu Çavuş dayının babası da az dalaşmamış eşkıyayla. O zamanlardan kalma bir saygınlığı vardır civar köylerde.”

Ben Çavuş dayının geçmişini hatırlarken o da yüzüme uzun uzun bakıp kendi hayallerine sığındı. “Selam et babana, geliseniz öğlene camide görüşürük.” diyerek yanındaki ihtiyarla sohbetine kaldığı yerden devam etti.

Onları Allah’a ısmarlayıp ayrılacağım sırada caminin kapısı açıldı. Kısacık boyu, ak sakalı ve mütebessim yüzüyle Sabri Hoca çıktı dışarı. Kontağı kapatıp indim arabadan. Kendisine doğru geldiğimi görünce yüzü daha bir aydınlandı:

- Mehmet Efendi oğlum, hoş gelmişsin!

- Hoş bulduk Sabri Hocam, verin o mübarek elinizi öpeyim!

- Estağfurullah evladım, el öpenlerin çok olsun!

- Sizi gördüğüme çok sevindim hocam. Öğle namazında görürüm diyordum ama böyle daha iyi oldu.

- Hayrola efendi oğlum, bir sıkıntın yok inşallah!

- Yok, yok! Çok şükür bir sıkıntım yok. Çoktandır göremedim sizi, bir hayır duanızı almadan dönmek istemem. Hem belki şifalı ağzınızla beni bir güzel okuyuverirsiniz.

-Şifa Allah’tandır evladım. O, yüce Kelam’ını şifaya vesile kılar, bizi de aracı eder. Sen inanırsın ki şifa bulursun.

Sabri Hoca; nice hastayı iyileştirmiş, kimseden beş kuruş para almamıştır. Bütün köy şahittir; fakültelerde şifa bulamayan hastalar soluğu Sabri Hoca’nın yanında alır, şifasını bulup ayrılırdı. Buna rağmen Sabri Hoca, kendisine şifa için gelenleri önce hastaneye gitmeleri için ikna ederdi. Hastanelerden bir sonuç alamadıklarından emin olduklarına ise şifayı Allah’tan dilemeleri şartıyla okurdu. Birkaç sefer haberciler dahi geldi köye. “Cinci Hoca” diye haber yapmaya kalktılar ama o kadar uğraşmalarına rağmen Sabri Hoca’nın bir açığını bulamadılar. Yine de epey zaman canı sıkıldı adamcağızın.

Öğle namazında görüşmek üzere ayrıldık caminin önünden. Niyetim doğruca babamın yanına varmak, elini öpüp dizinin dibine oturmaktı. Arabayı yeni çalıştırmıştım ki bir kadın sesiyle irkildim:

- Memeet, oğlum hoş geldin!

Daha yüzünü görmeden sesinden tanıdım:

- Nazime teyzecim, hoş buldum. Nasılsın, iyi misin?

- Bizim iyiliğimizden ne olacak oğlum; bugün varık, yarın yoğuk! Aldığımız nefese şükür işte! Bizi bırak, sen nasısın bakıyım?

- Çok şükür teyze. Babamın bir elini öpeyim, gelmişken de eşi dostu göreyim, hayır dualarını alayım dedim.

- Eyi etmişin oğul, eyi etmişin…

Lafını bitiremeden gözyaşına boğuldu. Ne zaman konuşsak lafın ortasında boğazına bir şey takılmışçasına hıçkırıklara boğulur, hüngür hüngür ağlar. Bir yandan ağlıyor, bir yandan konuşmaya çalışıyordu:

- Aah, Selime’m de görüvereydi bu günleri!

Selime, benim annem. Nazime teyzemle ahretlikmiş. Beraber büyümüşler. Köy yerinde iki kız birbirlerinin dayanağı olmuş. Evlendikten sonra da bırakmamışlar birbirlerini. Annem, ne işi olursa olsun ondan başkasına emanet etmezdi bizi. Ben, on yaşıma kadar sahiden teyzem sanıyordum Nazime teyzeyi. Dağa oduna, çeşmeye suya, tarlaya çapaya birlikte gidip gelirlerdi. O gün de oduna birlikte gitmişlerdi. O kadar ısrar etmeme rağmen beni yanlarına almadılar. “Oğlum, sen evde kal; ödevlerini yap; hem, baban da tarlada. Dönüşte onun yanına uğrarım, beraber döneriz biz. Sen böyle işlere merak etme. Okuyup büyük adam olmaya bak.” diye başımı okşadı, yüzümü öptü. Bilseydim son öpücük olduğunu, hiç bırakır mıydım onu? Nazime teyze haber vermiş jandarmalara. Annem, dağda bir kayadan yuvarlanarak ölmüş. Geceden yağan yağmur, taşları kayganlaştırmış, yükü de ağırmış. Hayvan huysuzlanınca annemi devirmiş. Jandarma raporu böyle diyordu. Nazime teyzenin gözleri yirmi beş yıldır neler diyordu ama okumaya her seferinde yüreğim dayanmıyordu.

Nazime teyze, benim de gözlerimin dolduğunu fark edince; “Hadi sen git oğul!” diyerek yol verdi bize. Biraz daha kalırsam ayrılacak takatim kalmayacaktı zaten. Kontağı çevirdim, gaza bastım. Gözlerimin nemlendiğini fark eden eşim soran gözlerle yüzüme baktı. “Annemi görür gibi oldum az önce, annemi özledim!” deyip ağlamaya başladım.

Evde

Bahçe kapısının önüne geldiğimde Kocabaş çoktan havlamaya başlamıştı. Arka koltukta oturan Asya birden ağlamaya başladı. İnip bahçe kapısını açacak ve kocabaş’ı susturacaktım ama önce Asya’yı sakinleştirmeliydim. Geçen yaz iki günlüğüne gittikleri okul gezisinde bir köpek, iki arkadaşıyla birlikte Asya’yı da kovalamış, kaçarken düşen Asya’nın iki ön dişi kırılmıştı. Uzun süre atlatamadı. Geceleri uykusundan ağlayarak uyanıyor, yanında bizden biri olmadan dışarı çıkamıyordu. Tam iyileşmeye başladığı sırada her şeyin yeniden başlaması hiç iyi olmaz. Kocabaş’ın havlama sesine babam geldi. Önce Kocabaş’ı susturdu, ardından torununu yatıştırdı. Kocaman köpeğin dedesinin sözünden çıkmamasına şaşırdı Asya:

- Dede, sen o köpekten korkmuyor musun?

- İnsan dostundan gorkar mı gızım! O benim dostum.

- Ama bize nasıl havladı!

- Sizi tanımadı herhal, gokunuzu unutmuş baksana!

Bu son serzeniş banaydı ama Asya devam etti:

- Artık kokumuzu öğrenir mi dede?

- Öğrenmiştir bile guzum! Bi daha çokmaz size.

Babam, torununun korkusunu yenmesine yardım ediyordu ama bu kritik aşamada ısrarcı olursa durum daha da kötüye gidebilirdi. Kocabaş’ı kulübesine bağladık, çocukları kuzenleriyle birlikte avluda bırakıp eve yöneldik. Çocukluğumun eşiği hayli yıpranmış ama hâlâ ayakta duruyordu. Eşiğin ortasında durup bahçe kapısına baktım. Annemin dizine yeniden başımı koyup babamın gelişini beklemenin hayaline daldım. Babam, benim eşikte neden duraksadığımı anlamış gibi; “Aah oğul, yirmi beş senedir ne zaman bağçe gapısından içeri girsem anan eşikte beni bekliyo sanıyom.” diyerek omzuma vurdu. İçeri geçtik.

Babam, abimle birlikte yaşıyor. Gençliğinde çerçilik yapsa da şimdilerde toprağa muhtaç. Abim, annem öldüğünde askerdi. Döner dönmez evlendi. Evi çekip çevirecek, helal süt emmiş, içimize yakışır bir kızla baş göz edelim dediklerinde Nazime teyzenin kızı Ümmühan abla kendiliğinden gelin adayı oluvermişti. Ümmühan abla, annemden sonra ikinci annem gibi oldu. Abime dört oğul, iki de kız verdi. Büyük oğulları Sefa Hakkâri’de uzman çavuş. Bir küçüğü hafız, imamlık sınavlarına hazırlanıyor. Diğer ikisi daha lisede. Kızlar küçük, köydeki okula gidiyorlar. Yirmi otuz dönüm tarlayla bunca nüfusun karnını doyurmak hiç kolay değil. O yüzden her sene tarla icarlıyor abim. El tarlasından aldığı kazancın çoğunu da icar parasına veriyor. “Şu Samet de atanıvese biraz düzelirik inşallah!” diyerek teselli ediyor kendini. “Geçen sene üç yüze duttuğumuz tarlanın dönümüne bu sene beş yüz istiyola hoca!” diye sitem etti daha başlar başlamaz. Ona kalsa, köy yerinde yiyecek ekmek kalmamıştı ya gidecek başka bir yerleri de yoktu işte. Abimin söylenmelerine iyice alışmış olan babam, bana göz ucuyla işaret ederek konuyu değiştirdi:

- Ee oğlum! Nasısın bakalım, naaptın, ne ettin görmeyeli?

- Ne olsun baba, şehir yerinde ne iş bitiyor ne telaş. Akşama kadar okulda durmadan çalışıyoruz, akşam olduğunda bütün işler başlı kalıyor. Bir koşuşturmaca gidiyor işte.

- Dünyanın işi bu yavrum. Boşa dememişle: “Mal da yalan mülk de yalan var biraz da sen oyalan.”

Sofra kuruldu. Çorba, bal, tereyağı ve yufka ekmeğiyle bir güzel doyurduk karınlarımızı. Çaylarımızı içerken babam bir ara yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkardı. Öğle ezanı yaklaşıyor demek ki. Eskiden beri âdetidir; namaz vaktinin geldiğini böyle bildirir, asla sözle namaza çağırmazdı. “Müslüman, haldan annar oğul, Haldan annayacan!” derdi. Bardağını yavaşça tabağın içine devirerek koydu. Ümmühan yengem anlamıştı; koşarak gitti, ceketini getirdi. Eşim ayağa kalktı, ceketini tutmak istedi ama izin vermedi. “Zahmet etme gızım, sen misafirsin!” diyerek gülümsedi. Eşim yüzüme mahcup bir şekilde baktı. “Üzülme!” der gibi bir işaret yaptım. Ümmühan yengem kayınpederinin ceketini, bir emaneti korumanın kıvancıyla giydirdi.

İki kardeş babamın peşine takıldık. Eşikten inerken bir şeye basmamak ister gibi sakına sakına yürüyordu. Tahtalara basmıyor, sanki ayaklarıyla onları öpüyordu. Dudaklarının kımıldadığını fark ettim, dua ediyordu. Ben de içimden hem annem için hem babam için dua ettim. Babam önde, biz arkada camiye gidiyorduk. Çocukluğuma gelmiştim işte, çocukluğum böyle bir şeydi. Ben çocukluğumdaydım ama çocukluğum nerede?

(7. SAYIMIZDA DEVAM EDECEK)

ERHAN ÇAMURCU